29 Ağustos 2013 Perşembe

DÜNYANIN EN ÇOK SÖYLENEN ŞARKISI HANGİSİDİR ?

Bu şarkı "Happy birthday to you"dur.Şarkının asıl kaynağı Amerika'lı iki kız kardeşe aittir.Orjinal adı "Good Morning to All" yani hepinize günaydındır.Daha sonra güftesi değiştirilerek bütün dünyaya yayılmıştır.Fakat teklif hakkı kardeşlere aittir,onlardan sonra da warner/chappel müzik şirketine geçmiştir.Müzik ticari amaçlı kullanıldığı zaman şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır.

NİŞAN ŞAKASININ KÖKENİ NEDİR ?

1564 yılında Fransa kralı IX Charles,yıl başlangıcını Ocak ayının birinci gününe aldı.Daha önce Avrupada yaygın olan yıl başlangıcı Mart 25 idi.O zamanki iletişim şartlarında IX Charles'in bu kararı fazla yayılamadı.Duyanlar ise protesto amacıyla eski adetlerine devam ettiler.1 Nisan'da partiler düzenlediler.Diğerleri ise  onları Nisan aptalları olarak nitelendirdiler.1 Nisan'a bütün aptalların günü adını verdiler.Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler verdiler,yapılmayacak partilere davet ettiler,gerçek olmayan haberler ürettiler.Yıllar sonra Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alışılınca,Fransızlar 1 Nisan gününü kendi kültürlerinin parçası görerek devam ettirdiler.Oradan bütün dünyaya yayıldı.

27 Ağustos 2013 Salı

BİR HAFTA NİÇİN 7 GÜNDÜR ?

Babiller 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanıyordu.ilk çağlarda bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın sayısının 7 oluşu bu sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu.Daha sonra dinlerde göğün 7 kat oluşu ve doğadaki ana renk sayısısnın 7 oluşu,müzik notalarının 7oluşu sayının önemini daha çok belirtti.Daha sonra Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısısnı 10 yaptı ama kabul görmedi.rusya 5 günlük hafta uygulamasına geçti,o da tutunamadı.sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.

İNSANLAR SAATLERİNİ NİÇİN SOL KOLUNA TAKARLAR ?

Özel bir durum veya farklı olma düşüncesi yoksa insanların çoğu satlerini sol kola takar.Çünkü çoğunluk sağ elini kullanmaktadır ve bu kolun daha hareketli olması nedeniyle saatin bir yerlere çarpıp zarar görme olasılığı yüksektir.Zaten saatin kurma düğmesi 3 rakamın yanındadır.İnsanlar saati kurmak istedikleri zaman onu bilekten çıkarmadan sağ elle uzattıkları sol kollarındaki saati kurabilirler.

KUMAŞLAR YIKANDIKTAN SONRA NİÇİN ÇEKER ?

Aslında kumaş ıslanınca lifler şiştiğinden kumaşın az biraz uzaması gerekmektedir.Ama bükümlerin açılarındaki deformasyonun yarattığı çekme kuvveti daha fazla olduğundan sonuçta kumaş boydan kısalır.Kumaş yıkandıktan sonra kurutulduğunda şişmiş lifler eski durumlarına gelirler.Ama kumaş ilk ölçülerine dönmez.Su,yüksek ısı,çalkalama,sabun hepsi kumaşın çekmesini kolaylaştırır.Kumaş birkaç kez yıkandıktan sonra ölçüleri belli bir dengeye ulaşır veondan sonra yıkandığında çekmez.

NİÇİN OTELLERİN KAPILARI DÖNER KAPIDIR ?

Döner kapıların tek amacı enerji tasarrufudur.Büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır.Açılan normal kapıdan içeri soğuk hava rahatlıkla girer.Eğer normal kapı kullanılırsa hava değişimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden çalışacaktır.Özellikle çok kişinin  girip çıktığı otel veya benzeri binalarda enerji tasarrufu için döner kapı kullanılır.Döner kanatlar sıcak havanın dışarı çıkmasına,soğuk havanın da içeri girmesini engeller.

NİÇİN GÖZYAŞI DÖKERİZ ?

Dünyadaki canlılardan sadece insan ruhsal nedenlerle ağlar.İnsanı farklı kılan bu durum şüphesiz yaşam tarihindeki evrimin bir sonucudur.Aslında gözlerimize sürekli gözyaşı koruma amaçlı olarak salgılanmaktadır.Fakat ağlama ruhsal bir boşalmadır.Bu konuyu ilk inceleyen Darwin'dir.Daha sonra yapılan deneyler sonucu görüldü ki soğan doğrarken akan gözyaşlarının kimyasal yapıları farklıdır.Ruhsal gözyaşları daha çok pretein içermektedir.Fakat henüz bu farkın nedeni açıklanamamıştır.

ÜÇ YAŞINDAN DAHA ÖNCE OLANLARI NİÇİN HATIRLAMIYORUZ ?

  Bilim adamları geçmiş deneyimlerimizi saklayan hafızamızın beynimizde anı veya öykü şeklinde organize olduğunu ileri sürüyorlar.üç yaşından küçükler bu şekilde iletişim kurma yeteneğine sahip değiller.Öykü ve anılarını anlatamıyorlar.Yer ve karakter kavramlarını anlamıyorlar.Üç yaşından küçükler düzgün konuşabildikleri,anlayış,seziş ve hafıza yeteneklerine sahip oldukları halde tüm olanları bir bütün olarak şekillendiremiyor,öyküye dönüştüremiyorlar.Hafızamız ne yaptığını,ne anladığını 3-4 yaşlarında kaydetmeye başlıyor.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

MEZARA NİÇİN ÇİÇEK KONULUR ?

İlk olarak  Mısır  Firavunu  Tutamkamon'nun milattan  önce 1346'da öldüğünde mezarının çiçekten tacçlarla kaplandığı saptanmıştır.Kuzey Avrupada  ise M.Ö 2000 yıllarda  kadar mezara çiçek konduğu belirlenmiştir.O zamanlarda  bu  çiçeklerin  amacı iyi  ruhları  çekme,kötü ruhları kovma amacıylaydı.Sonradan ise asıl amaç cesetler çürürken çıkan kokuyu kamufle etme amacını taşır.Servi ağacı  da bu nedenle mezarlıklarda kullanılır.Ağacın yaprakları rüzgarı önler,kendine özgü ferah kokusu vardır.Cenaze törenlerinde  siyah giyinmenin amacı  da mezarlıklarda hayalletlerden sakınmak  amacı taşınmaktadır.

YUMURTANIN NİÇİN BİR TARAFI YUVARLAK,DİĞER TARAFI SİVRİDİR ?

Eğer köşeli olsalardı kenarları dayanıklılık bakımından çok zayıf  olurdu.En dayanaklı geometrik  şekil küredir  ama bu şekilde yumurta yuvarlanacak  olursa  nerede duracağı belli olmaz.Yumurta yuvarlanınca  düz gitmez.İnce tarafı üstünde dairesel bir yol çizer.Başladığı  yere yakın bir noktada durur.yani düz biyerde kaybolması olanaksızdır.Yumurta ,tavuğun yumurta kanalında küre şeklindedir.İlerlemesi sırasında arkada  kalan dairesel kasların büzüşerek hem yumurtayı ileri iterler hem de bu kısmına baskı yaparak konik biçimini sağlarlar.Yumartanın şeklinin nedeni de budur.Sürüngenlerde bu düzenek olmadığından yumurtaları  küresel biçimdedir.
 
TAVUK YUMURTASI

ÜNLÜ MİMARLARIMIZDAN MİMAR SİNAN^ın BİYOGRAFİSİ

Mimar Sinan, 1490’da, Kayseri'nin Ağırnas köyünde dünyaya geldi.
22 yaşında, Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığı sırasında başlatılan veRumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama nedeniyle İstanbul'a gelişinin ardından, orduya asker yetiştirenAcemi Oğlanlar Ocağı'na giren ve dülgerliği öğrenen Sinan, burada, yapı işlerinde de görev alırken, çağın önde gelen mimarlarının yanında çalışma fırsatını da elde etti.
1514'te Çaldıran Savaşı ve 1516 – 1520 arasında yapılan Mısırseferlerinden sonra, İstanbul'a dönüşünün ardından Yeniçeri Ocağı'na alınan Sinan, Kanuni döneminde, 1521'de katıldığı Belgrad1522'deki Rodos seferlerinden sonra subaylığa yükseldi.
1526 yılında, yayabaşı olarak çıktığı Mohaç seferinden sonra, cephane sorumlusu görevi verilen Mimar Sinan, 1529'da Viyana, 1529 - 1532arasında Almanya, 1532-1535 arasında da Irak’a düzenlenen, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı.
Son Bağdat seferinde, Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması, Sinan’a haseki ünvanını getirdi.
1536'da Pulya seferlerinin ardından çıkılan, 1538 yılındaki Moldova seferinde, Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekerek, Yüksek Dergah Mimarları Başkanı olan ve 1539’da, Mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine Saray Başmimarı olan Sinan, ölümüne kadar, güncel devlet sisteminde bayındırlık bakanlığı adını almış bu görevi sürdürdü.
Daha sonra ordunun yapı ihtiyacını karşılamaya yönelik kollarda çeşitli görevler üstlenen ve bu çalışmalarıyla öne çıkan Sinan, katıldığı yapım ve onarım çalışmalarıyla ve orduyla birlikte sefere gittiği yerlerde gözlemlediği farklı mimari yapılarla kendini eğitti.
Osmanlı'nın en güçlü çağında yaşayan ve Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak üzere, üç padişah döneminde mimarbaşılık eden Mimar Sinan, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında en büyük rolün sahibiydi.
Elli yıla yakın süreyi kapsayan, Osmanlı Devleti’nde yaptığı mimarlık görevi boyunca, yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle, zirveye taşıdığı Osmanlı - Türk mimarlığının bireşim sürecini tamamlayarak, arayış aşamasından, klasik döneme geçiren ve hem Doğu, hem Batı ile ilişki içinde oldu. Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı - Türk İslam mimarlık bileşimi ortaya çıkaran Mimar Sinan, birçoğu İstanbul’da olan, 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret ve 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam ve kaydı olmayanlarla beraber, üç yüz elliyi aşkın yapının baş mimarlığını üstlendi.
Yeniçeri ordusunda bir asker olarak değil, istihkâm işlerinin idare ve tasarımından sorumlu olarak görev yapan Mimar Sinan’ın ilk yapıtı, 1536 – 1537 arasında yaptığı, Halep’teki Hüsreviye Camisi’dir. İstanbul’daki ilk yapıtı 1539’da inşa edilen Haseki Külliyesi olan Sinan’ın, mimarbaşı olduktan sonraki ilk büyük ve önemli yapıtı ise, 1543 – 1548 seneleri arasında yapılan, kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak tanımladığı dönemde yaptığı, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülü olan, içerde daha aydınlık bir mekan yaratmanın amaçlandığı ve dış görünümün kitlesel etkisi azaltılan, İstanbul’daki Şehzade Mehmed Camisi’dir.
Daha Sonra yaptığı, Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camisi'nde, yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekan elde etmeyi deneyen Sinan’ın, kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı, Osmanlı - Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri olanSüleymaniye Camisi ve Külliyesi'nin yapımında, İstanbul'daki Bayezid Camisi'nde kullanılan taşıyıcı sistem tekrarlanarak, dört ayak üstüne oturan kubbe, mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir.
Süleymaniye, Ayasofya ile ortaya çıkan strüktür sorununun, Sinan tarafından ikinci kez ele alınışıdır. Darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenleme ve Türkler'in dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneği kabul edilen Süleymaniye’de, kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu ve İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alan bu yapı, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alındı ve yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilerek, Sinan'ın mimarlığının yanı sıra, organizasyon ve örgütlemedeki becerisini de açığa çıkardı.
Sinan, ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği, Klasik dönem Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin dilini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıt olan Selimiye Camisi’nde, İstanbul'daki Rüstem Paşa Camisi'nde çözmeye kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma sorunu tekrar ele alarak uyguladı. 31 metreyi geçen çapıyla, en büyük kubbesini inşa eden Sinan’ın, külliye'nin öteki yapılarını camiye göre arka planda tuttuğu Selimiye, strüktür mekân oluşumu, oranları ve süslemeleriyle Osmanlı’nın en önemli mimari yapılarının başında gelir.
1557’de tamamladığı ve kendisine “Koca” ünvanını getiren, Süleymaniye Camisi, Mimar Sinan’ın başyapıtıdır.
Sultan III. Murad döneminde Mekke’nin onarımı için Hicaz’a gönderilen Sinan, 1573’te tamamladığı, Kasımpaşa’daki Kaptanıderya Piyale Paşa Camisi’nde eski ulucamilerin planına dönüş yaparak, kuruluş döneminin özellikleriyle, uzun mimarlık hayatı süresince edindiği deneyimlerin sentezini uyguladı.
Birçok eski yapının onarımı ve restorasyonunda da görev alan Mimar Sinan, bütün yaşamı boyunca, İstanbul, Edirne, Ankara, Kayseri,ErzurumManisaBoluÇorumLüleburgazKütahyaGebzeBabaeskiÇorluBolvadin, vb. Anadolu kentleriyle, Halep, ŞamSofya,HersekBudin, Rusçuk gibi, imparatorluğun her yanına dağılmış topraklarda suyolları, çeşmeler, camiler, külliyeler, medreseler yaptı. Bu yapıların bazılarının inşasında bizzat kendisi bulunmasa da, öğrencilerini ya da kendine bağlı mimarlar grubunu görevlendirirdi.
Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştıran Sinan’ın türbeleri, bu denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü düşünce tarzını yansıtır. Sinan'ın yapılarının, yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmayan, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelen ve böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilen Sinan’ın yapıları, mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da öneme sahiptir.
Bu tarzıyla, "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran, dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" şeklinde anılan Sinan’ın yapılarının çoğunun, 400 sene sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır.
Mimar Sinan’ın klasik dönem olarak adlandırılan mimarlık anlayışı AyasŞeccaAcem AliKüçük SinanDavut AğaAhmet Ağa,KemalettinYusuf Mehmet AğaSüleyman AğaMuslihittinHüseyin ÇavuşHacı Hasanİbrahim gibi mimarlar tarafından sürdürülmüştür.
İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilen Sinan’ın mühendis yanı su yolları ve köprüleri yaparken ortaya çıktı. Bentleri, tünelleri, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla, uzunluğu 50 kilometreyi aşan ve Kırkçeşme adıyla anılan su yapılar inşa eden Sinan, bu yapıların bazılarında zamanın mühendislik bilgilerini de aşan çeşitli tasarımlara imza attı.
Yapım yöntemlerinin, yapı malzemeleri ve yerel - iklimsel koşullarla uyum içinde olduğu Mimar Sinan döneminde, ortaya çıkan biçimler, toplumun büyük bir çoğunluğunca benimsenen simgelere dönüştü ve mimarlığı uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir birleşime götürme yolundaki çalışmaları, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkileyerek, imparatorluğun her yerinde ki yapı eylemleri için yol gösterici oldu.
Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerine kıyasla daha rasyonel ve ölçülü olan, gerçekçiliğe, sade ve net anlatıma dayanan Osmanlı klâsik mimarisi, kendine güvenen, yetenekli ve deneyimli bir mimar olan Sinan'la zirveye çıktı ve 50 yılda oluşan bu tarz, Osmanlı’nın siyasal ve ekonomik gücünün dorukta olduğu dönemi ile aynı zaman diliminde, Mimar Sinan’ın dehasıyla özgün ve üniversal bir ifadeye kavuşarak, hayat buldu.
Hünkâr, paşalar ve özellikle saraya damat olan zengin vezirler tarafından, siyasal gücün aracı olarak kullanılan anıtsal mimari deşteklenmesiyle, Mimar Sinan’a bağlı olan Hassa Mimarları Ocağı, devletten her türlü yardımı görerek, rahat bir ortamda çalışma olanağı buldu ve anıtsal yapılar çok kısa süreler içinde inşa edilebildi.
O dönemin Avrupası’nda, Roma’da inşası 160 yıl süren San Pietro Katedrali ve Londra’da, Sir Christopher Wren tarafından, 40 yılda tamamlanabilen St. Pauls Katedrali göz önünde bulundurulduğunda, Sinan’ın, İstanbul’daki Süleymaniye Külliyesi’ni 7, Edirne’deki Selimiye Camisi’ni de 6 yılda tamamlamış olması, 16. Yüzyıl Osmanlı mimarlık ve yapı kurumlarının hızlı ve verimini kanıtlar.
17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldüğünde ardından yüzlerce mimari eser bırakan Mimar Sinan’ın beyaz taşlı, sade bir yapı olan türbesi, Süleymaniye Külliyesi’ndeki, Haliç duvarının önündedir.
Mustafa Kemal Atatürk, yapılarının etkisi ölümünden sonra da süren ve her dönemde saygınlığını koruyan Mimar Sinan’ın, bilimsel olarak araştırılmasını ve bir heykelinin yapılmasını istedi.
1982'de, daha sonradan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olmak üzere oluşturulan üniversiteye onun adı verildi.

KIVANÇ TATLITUĞ BİYOGRAFİSİ


Kıvanç Tatlıtugun, Adını ilk kez 2002'de 'Best Model Türkiye' birincisi, ardından da 'Best Model World' birincisi olarak duysak da, şu anda Gümüş adlı dizide canlandırdığı "Mehmet" karakteriyle hayranlarını ekrana bağlayan, kadınların son gözdelerinden olan Kıvanç Tatlıtuğ hakkında merak ettikleriniz;
27 Ekim 1983'te Adana'da, beş çocuklu ailenin bir ferdi olarak dünyaya gelen Kıvanç Tatlıtuğ, ortaokulu Yenice Özel Çağ Lisesi'nde okumuş. Adana'dayken Fiskobirlik, Güney Sanayii, Çukurova Kulübü, Devlet Su İşleri ve Tarsus Amerikan Kulübü'nde basketbol oynamış.
1997'de babasının ciddi bir kalp ameliyatı geçirmesinin ardından ailesiyle birlikte Adana'dan İstanbul'a taşınmış. İstanbul Kalamış Lisesi'nden mezun olan Kıvanç'ın
aklı fikri basketboldaymış.
Tek hayali NBA'de basketbol oynamak olduğu için Ülkerspor'dan gelen cazip teklifi hemen kabul etmiş ve orada iki yıl forma giymiş. Sonra bir yıl Beşiktaş, bir yıl da Fenerbahçe'de oynamış. Ancak dönüş yaptığı Beşiktaş takımında sakatlanması tüm hayallerini suya düşürmüş ve profesyonel basketbol hayatına son vermiş.
O dönemlerde yakın çevresinin sürekli fiziğine iltifatlarda bulunduğunu, model olması için kendisini yönlendirmeye çalıştığını söylüyor Kıvanç Tatlıtuğ. O ise bunlara hiç kulak asmamış. Ta ki annesinin yaptığı sürprize kadar!
Annesi, Beylikdüzü'ndeki bir marketin camında "Profesyonel mankenlerle çalışır mısınız?" ilanını görünce, Tatlıtuğ'un yanında bulunan bir fotoğrafını göndermiş. İlan verilen şirketten kendisini aradıklarında şaşkına dönmüş ama teklifi de kabul etmiş. "Ben sporcuyum ne işim olur mankenlikle" derken bir anda kendini defilede bulmuş. Daha sonra gelen teklifleri değerlendiren Kıvanç, işin hoşuna gitmesiyle bu mesleğe profesyonel olarak başlamış. "Annemin beni model yapma hayali hep vardı." diyor Kıvanç.
İki yıl bir ajansla çalıştıktan sonra 2002 yılında düzenlenen Best Model yarışmasında önce Türkiye, sonra dünya birincisi olmuş Kıvanç Tatlıtuğ.
Sonrasında da Fransa günleri başlamış. Paris'teki Success Ajans'tan gelen teklifle bütün eşyalarını toplayıp, Paris'e yerleşmiş. Burada mesleğini 1,5 yıl sürdürmüş.
Paris'teyken, ajanstan gelen telefonda, dizi tekliflerinin had safhaya ulaştığını söylemişler. Küçüklüğünden beri sinema ve televizyona ilgisinin olduğunu, mutlaka bir yerinde bulunmak istediğini ama o zamanlar "Ben manken olacağım, sonra dizi çekeceğim." gibi hayallerinin olmadığını da sözlerine ekleyen Kıvanç Tatlıtuğ, senaryoları değerlendirmek için Türkiye'ye gelmiş. Gümüş'teki 'Mehmet' karakterini kendine çok yakın bulduğunu, oynayabileceğini, en azından kendinden bir şeyler verebileceğini düşünmüş. Şu anda da yayınlanan dizide iki yıldır rol alıyor ve dizi çok ilgi görüyor.
Kıvanç Tatlıtuğ şu sıralar zamanının çoğunu sette geçiriyor. 'Ne ailemi, ne arkadaşlarımı kimseyi göremiyorum. Zaten asosyal bir yaşantım vardı, iyice asosyal oldum' diye yakınıyor.
Çekim aralarında kitap okur, dergi karıştırır ve müzik dinlermiş. Pek fazla da kimseyle konuşmazmış. Set çalışanlarının tabiriyle 'sessiz sakin bir çocuk' bu Kıvanç Tatlıtuğ.
Kendisini eleştirmeyi sevdiğini söyleyen yakışıklı oyuncu, diziye başlamadan önce bir süre Okan Bayülgen'den ders almış.
Yakışıklı, dikkat çekici bir fiziğe sahip olan Kıvanç Tatlıtuğ, bu yüzden zaman zaman sözlü tacize uğradığını da itiraf ediyor. Diğer yandan erkek mankenlere karşı pek çok kişide var olan gay ve jigolo önyargılarıyla ilgili olarak da "Ben öyle bir tavır sergilerim ki insanlar yanıma yaklaşamazlar." diye eklemeyi de ihmal etmiyor.
Gece dışarı çıkmayı, kulüplerde eğlenmeyi sevmiyor. Onun yerine arkadaşlarıyla ev muhabbeti yapmaktan hoşlanıyor. Birlikte televizyon izliyor ya da tavla partileri düzenliyorlar.
Dünya podyumlarındaki başarılarıyla arkadaşlarına örnek olan Kıvanç Tatlıtuğ, David Beckham'la olan benzerliği hakkında ilgili olarak da "Benim saçım uzunken, Beckham'ın adı bile anılmıyordu. Aslında Beckham bana benzedi." diyor.
İyi derecede İngilizce bilen, "Benim için önemli olan kariyer" diyen Kıvanç Tatlıtuğ'un en büyük hayali ise iyi bir aktör olmak. Bunun için de ilk adımı atmış. Devlet Tiyatrosu oyuncusu Laçin Ceylan'dan (dizide halasını oynayan 'Gülsun' rolüyle tanıdığımız) bir süre oyunculuk dersleri almış... "Bakıyorum, çok eksiğim var" diyen, dersler almaya devam edeceğini ve iyi bir sinema filminde rol almayı çok istediğini belirten Kıvanç Tatlıtuğ'un hayallerinden biri de tiyatroda oynamak.

Kıvanç Tatlıtuğ hakkında Bunları biliyor muydunuz?

- Tek eşlilikten yana olduğunu,
- Duygusal göründüğünü, ama o kadar da duygusal bir yapısının olmadığını,
- Biraz sert ve hayat görüşlerinin katı olduğunu,
- Bir ilişki yaşarken gözünün dışarıda olmadığını,
- Allah'a son derece inanan ve dinine bağlı olduğunu,
- Şan, şöhret, para, pulun onun için ikinci planda olduğunu,
- Ailesine çok düşkün olduğunu,
- Kendisinde en çok gözlerini beğendiğini,
- Denizin derinliklerine dalmayı çok sevdiğini,
- İstanbul'a hâlâ alışamadığını,
- "Erkekler ağlamaz" diye bir şeyin olmadığını, 'Ağlamak da gülmek kadar doğal' diyerek, zaman zaman ağlayan biri olduğunu...

25 Ağustos 2013 Pazar

ANTİBİYOTİKLER VE ZARARLARI

Standford ve ve Washington üniversiteleri uzmanları uyardı: Antibiyotikler hastalıklarla mücadele ederken insan vücudundaki iyi huylu bakterilere zarar veriyor. Aşırı antibiyotik kullanımı uzun dönemde insan sağlığını olumsuz etkiliyor

Louis Pasteur 1877'de ilk antibiyotik ilaç Penisilin'i keşfettiğinde "Bu ilaçla birçok hastalığın üstesinden geleceğiz. Ancak iyi huylu bakterilerin insan vücudu için hayati öneme sahip olduğunu unutmamamız gerekiyor" demişti. Pasteur'ün 128 yıl önceki bu uyarısına rağmen, günümüzde en ufak rahatsızlık belirtisinde bile hemen antibiyotik ilaçlara sarılıyoruz. Dünya genelinde yılda 9 milyar adet antibiyotik hap tüketiliyor. Yıllık antibiyotik ilaç satışı 27.6 milyar doları aşıyor. 
Son dönemde önde gelen üniversiteler antibiyotik kullanımındaki artışın aslında insan sağlığı için büyük bir tehdit haline geldiğini belirterek, Pasteur'ün uyarısının bir benzerini dile getirmeye başladı. İsveç merkezli Karolinska Enstitüsü, ABD'deki Stanford ve Washington üniversitelerinin uzmanları, "Antibiyotikler, hastalıklarla mücadele ederken insan vücudundaki iyi huylu bakterilere de zarar veriyor. Aşırı antibiyotik ilaç kullanımı uzun dönemde insan sağlığını olumsuz etkiliyor" açıklamasını yayınladı


Vücutta 100 trilyon bakteri var 

Antibiyotiklerin zararlarına geçmeden önce bakterilerin faydalarına bir göz atalım, insan vücudunda bulunan her hücreye ortalama 10 bakteri düşüyor. Yani vücudumuzda 100 trilyondan fazla bakteri yaşıyor. Stanford Üniversitesi'nin araştırmasına göre, bağırsaklarda yaşayan "Btheta" bakterisi sindirimi zor besinleri parçalıyor. Damar ve hücrelerin sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağlıyor. Bağışıklık sisitemi için gerekli olan enzimlerin üretilmesini tetikliyor. Bağırsak sistemimizde yaşayan bakterilerin çoğu vücuttaki hormonel dengeyi koruyor. Mide ve gıda borumuzda yerleşik olanlar ise B12ve K vitaminlerinin kana karışmasına yardımcı oluyor. Stanford Üniversitesi'nin uzmanı Dr. Stuart Levy, trilyonlarca bakterinin neden faydalı olduğunu özetle şöyle açıklıyor: "Bakteriler bize bağlı yaşıyor. Yani barındıkları kişinin vücudu ne kadar sağlıklı olur, ne kadar uzun yaşarsa kendi yaşamları da o kadar uzar." 

İlaca bağışıklık kazanıyorlar 

Tıp fakültesinde özellikle bulaşıcı hastalıklar uzmanlarının vurguladığı bir konuydu: Antibiyotik kullanımı ciddi bir işti. Herhangi bir durumda antibiyotik kullanılıp kullanılmayacağı, kullanılacaksa hangisinin tercih edileceği dikkatle değerlendirilmeli, bu karar bir kere  verildi mi de ciddiyetle, sonuna dek uygulanmalıydı.
Hocaların bunları vurgulamasındaki sebep, gerçekte tam da aksine, antibiyotiklerin hastalara pek düşünmeden verilmesi, verildikten sonra da kullanılıp kullanılmadığının birçok zaman takip edilmemesiydi. Bu gevşek kullanımın uzun vadede büyük zararı var: Bakteriler elimizdeki antibiyotiklere böyle böyle direnç geliştiriyor ve birer birer tıpta kullanılamaz hale geliyor. Buna daha sonra değineceğim.
Ama önce antibiyotiklerin daha yakın zamanda anlaşılmış bir özelliğinden bahsedeceğim: Antibiyotikler bakterilere karşı kullanılan silahlar olduklarından, yalnızca bize zararlı bakterileri değil, yararlı olanları da etkiliyor.


Peki antibiyotikler nasıl ölümcül olabiliyor? 

Bu sorunun cevabını Illinois Üniversitesinin uzmanı Dr. Abigail Salyers veriyor: 

"Antibiyotik ilaçlar sürekli kullanıldığında, faydalı bakteriler değişime uğrar ve zararlı hale gelir. İlaca bağışıklık kazanan bakteriye sahip olan insanlar tıpkı birer saatli bomba gibi..." Dr. Salyers'a göre, değişime uğrayan bakteri işlevlerini tam olarak yerine getirmemeye başlıyor. Yani vücutta hormonel dengesizlik ve sindirim sorunları başta olmak üzere birçok rahatsızlık başgösteriyor. Bu durum ömrü kısaltıyor. Bakterilerin yaşam alanlarından çıkması ise ölüm riskini beraberinde getiriyor. Örneğin, yemek borusundaki bir bakteri antibiyotikler yüzünden değişime uğrayıp, bir enfeksiyon yoluyla kana karışıp kalbe ulaştığında ölümcül olabiliyor.